Müge Sandıkçıoğlu, kendisi İzmirli, Ortodonti Doktoralı bir Diş Hekimi.  “Göçmen Ruh” onun ikinci kitabı. Olaylara karşı eleştirisini ve özeleştirisini yaptığı, içinde sevgi, üzüntü, vuslat, hasret, endişe olan tecrübelerini, mizahi bir dille anlattığı, bir çırpıda okunan bir kitap. Okudukça ben çok sevdim, sadece kitaplarını değil insan olarak onu sevdim. Siz de Müge’yi tanıyın istedim.

 2013 Nisan ayında yayınlanan kitabınız “Göçmen Ruh” sizin dördüncü çocuğunuz değil mi? 2012’de ilk kitabınız “Diş ile Düş Arasında” yı oğlunuz ve kızınızdan sonra olan 3. çocuğum olarak tanımlıyorsunuz. Dördüncü doğumu yapmaya nasıl karar verdiniz?
İkinci bir kitaba (yani dördüncü çocuğuma) niyetlenmemiştim açıkçası, çünkü birincinin ardından gelen hareket beni çok meşgul ediyordu. Geri dönüşlere ve tanıtıma öyle çok vakit harcıyordum ki, yeni bir kitabı düşünecek zamanım olmuyordu. İnternet dünyasının, yazara ulaşılabilirliği böylesine kolay kılması sayesinde, okuyanlar ve bulunduğu coğrafyada kitaba ulaşamayanların kitap istekleri epey mesai yaptırdı bana. İki televizyon çekimine katıldım ve bolca yazılı basın tanıtımları ile ilgilenmek durumunda kaldım. Hiç de şikâyetçi olmadım; harika bir deneyim yaşıyordum. Oysa yeni kitabı yazmaya birinci kitabın tesliminden itibaren başlamışım da haberim yokmuş.  Yazmadan duramayacak hale gelmiştim; bir yandan sürekli yazıyordum. Birinci kitaba gelen güzel tepkiler ve yayınevimin verdiği motivasyonla Ocak ayında bir anda düğmeye bastım ve dosyamı teslim ettim.  Bunda bir etken de, Nisan ayında İzmir Kitap Fuarı’nın olması idi; bu sayede yeni kitabımı ilk kez direkt kendi memleketimdeki imza günleriyle tanıtacaktım. Sonuçta dördüncü çocuğum dediğim bu kitap da doğmuş oldu. 

HER İZMİRLİ ÖZGÜR RUHLU BİR SANATÇI
Kitabınızın önsözünde, “İzmirli yazarken, fazladan harf ekler çünkü coşkusunu ancak öyle yansıtabilir. Ne satırı, ne dizesi, ne notası ne de fırçası tükenir İzmir’in” diyorsunuz. İzmirli olmanın ayrıcalığını bize biraz anlatabilir misiniz?
İzmir, son yıllarda duruşuyla ve kendine özgü halleri/âdetleri/havası/insanlarıyla çok dikkat ve ilgi çeken bir şehir haline geldi. Nereye gitsem, İzmir dışından kimle konuşsam İzmir’in güzel yanlarından söz eder oldu. Aslında bir anlamda, İzmirliler olarak bizim de kendimize bir dönüp bakmamızı sağladı. Gerçekten de ilginç özellikleri olan bir şehir. Bunu en çok da, İzmir dışına çıkıp, oraya dışarıdan bakınca fark ediyor insan. Öte yandan internet yazışmalarına bakıyorum; İzmirlilerden ciddi bir coşku ve pozitiflik yansıyor. İzmirli kurallara pek aldırmıyor, çok fazla koşturmuyor, yarın yapabileceği işi bugünden yapmıyor, yapsa da keyif çatmayı ihmal etmiyor, iş çıkışı Kordon’da bira, çay ya da kahve keyfini düşünerek gününü geçiriyor, sözünü sakınmıyor, özgürlüğüne el sürdürtmüyor/laf ettirtmiyor, demokrat ruhunu kaybetmiyor, şehir deniz kıyısında olmasına rağmen hafta sonunu bir sahilde geçirme planlarından vazgeçmiyor. Sanki her İzmirli özgür ruhlu bir sanatçı gibi yaşıyor; satır, dize, nota ve fırçayı kalbiyle kullanıyor. İzmir'in ve İzmirlilerin hiç mi derdi tasası yok? Tabii ki var; ama bize miras bu pozitif duygu belleği, coşku tarihimiz var ve bu bizi daha dışadönük bir ifade tarzına yönlendiriyor. 
Ruhunuz en çok nereye göçmek istiyor? Başarılı bir diş hekimi olarak yoğun bir iş hayatınız olduğunu düşünüyorum. Diğer taraftan da bir annesiniz. Ruhunuzun bu şartlar altında göçmesi zor olmuyor mu?
      Ruhumun özel olarak göçmek istediği bir yer yok; çünkü o, o kadar değişken ki ona rota çizmeme imkân yok. Ruhumun göçlerine de, işim/evim/yaşamım engel olmuyor açıkçası. Yirmi beş yıldır aktif olarak diş hekimliği yapıyorum. Yirmi bir yıldır da anneyim. Eskiden, çocuklarım küçükken daha zor zaman bulabiliyordum tabii ki. Ama en azından not almalarım vardı o zaman da. İçimde bir sürü insan yaşıyor sanki ve ben onları ancak yazarak susturabiliyorum. Onlar konuştukça, ki bu aslında her yerden ve herkesten aldığım görünen/görünmeyen sinyallerdir, bünyemden çıkmak isterler. Kişisel ve çevresel uyarılar, beni yazmaya iter. Fark ettiklerim, ruhumun göçebeliğine çanak tutar. Bu yüzden de gün içinde yazamazsam, gece evde herkes uyuduktan mutlaka sonra yazarım.
YAZILARIM BİR RUH MR’I
      “İnsanların ruhunun MR’ını çeker gibiyim” sözü benim çok hoşuma gitti. Gözlem yapmak ve bunu yazıya aktarabilmek gerçekten de güzel bir özellik. Ne zaman keşfettiniz bu özelliğinizi?
Benim eşim radyolog; o nedenle insan bedeninin içini farklı yöntemlerle görmüşlüğüm çok oldu. MR da onlardan biri tabii ki. Eşim, bedenlerin içine bakıp raporlar yazdıkça, kendi yazdıklarımın da ruh MR'ı gibi bir şey olduğunu düşündüm. İnsanın sakladığı/saklamadığı/saklamak istediği halde deşifre olduğu bazı hallerini fark ettim. Bunu hepimiz farklı oranlarda zaten yapıyoruzdur. Birinin bir göz hareketi, tek bir kelimesi, bir bakışı, bir beden hareketi ya da tepkisi, onunla ilgili birçok veriyi açık eder. Aynı zamanda amatör bir tiyatro oyuncusu olduğum için gözlem yapmak benim bir parçam. Bunları kendi görüş, deneyim ve fikirlerimle birleştirince yazılarım da bana bir ruh MR'ı gibi gelmeye başladı.
      Siz daha çok mutlu olmak için mi yazıyorsunuz? Yazmak önce bireysel sonra toplu terapi diyorsunuz. Yazarken ruhunuzun ve beyninizin çırılçıplak ortada olası sizi korkutmuyor mu? Şeffaf olmak bazen insana zarar vermez mi?
Yazma yolculuğuna başlama nedenim mutlu olmak çıkışlı değildi; en azından ben öyle bir farkındalık içinde değildim. Zaman geçtikçe, yazmanın bana nasıl da iyi geldiğini ve yaz(a)madığım zamanlarda nasıl bir sıkışmışlık hissine girdiğimi fark ettim. İlacını aksatan bir hasta gibiydim. Kendini sözel olarak, sohbetlerde de kasan biri olmamama rağmen, yazmanın verdiği özgürlüğü hep daha çok sevdim. Kim bilir belki de, ne yazık ki dinlemeyi çok da iyi beceremeyen bir toplum oluşumuz, beni yazarak konuşmaya itti. Yazarken ne onay bekliyorsunuz ne de sözünüz kesiliyor. Ortamın tek hatibi kendiniz oluyorsunuz. İçimde konuşanların da seslerini çıkarmak istemelerine kulak verince, yazmak gerçekten bir terapi oldu benim için. Sonuç olarak da çırılçıplak ve şeffaf olmanın kaçınılmazlığı ortaya çıktı. İlle de öyle olayım diye değil, içimden öylesi doğal olarak geldiği için... Şimdilik zararını görmedim, ya da henüz kimse sesini çıkarmıyor, bilmiyorum. Ama geri dönüşler diyor ki: "Hislerimize tercüman oluyorsun." Bu bir cesaret ise, bundan rahatsız değilim.
SERTLİK VE GÜÇ ÖLÜMÜN ARKADAŞLARIDIR
Güçlü kadınlara da bazı nasihatler var kitabınızda. Bir “Hürrem Sultan “ olmak zorunda değilsiniz diyorsunuz. Gerçekten de zayıflık bazen bir meziyet mi?
Hayatın çeşitli dönemlerinde farklı rollere ve duruşlara bürünmemiz gerekiyor. Zamanlar da artık "kadınlar"ın daha güçlü olmasını gerektiren zamanlar oldu. Yine de her bireyin gücünün azaldığı ya da tükendiği dönemler olduğunda, bunu bir zayıflık olarak değil de, insanlık hali olarak kabullenmek bir kayıp değildir diye düşünüyorum.  Her daim kelle koltukta, elde bayrak, kahramanlık türküleriyle yaşamak mümkün mü? O anlardaki takatsizliğe izin vermek, bir sonraki probleme daha bir azim ve güçle sahip çıkmaya da yarar. Filozof  Lao Tzu der ki: “Zayıflık harika bir şeydir, güç hiçbir şey. Bir insan yeni doğduğunda zayıf ve esnektir, öldüğü zaman ise sert, kaskatı ve duygusuzdur. Bir ağaç büyürken zayıf, esnek ve tazedir. Kuru ve sert hâle geldiğinde ölür. Sertlik ve güç ölümün arkadaşlarıdır. Esneklik ve zayıflık ise var oluş tazeliğinin ifadeleridir." (Tarkovsky'nin "Stalker" isimli filminden Stalker’ın ifadeleri ). Bunların tümüne katılmasam da, ihtiyaç anında esneklik ve zayıflığın da bir erdem olduğuna inanıyorum. 
Hayata pozitif ve sevgi dolu bakmak insanı güzel yaşlandırıyor. Kuafördeki o mavi gözlü teyzeyi o kadar güzel anlatmışsınız ki. Öyle yaşlanmak istedim ben de. Sanırım sizin de hayalinizde öyle bir yaşlılık var?
Kesinlikle aynen öyle bir yaşlılık hayal ediyorum. Çünkü ben, kitabımda da yazdığım gibi, yaşlılıktan korkmaya başladım. Derdim buruşmak falan değil; benim derdim muhtaç olmamak, elden ayaktan düşmemek, sevdiklerime yük olmamak, mızmız olacağıma o yaşlarda bile hâlâ üretken ve hayat dolu olabilmek. Benim anneannem doksan dokuz yaşında vefat etti; son yıllarına kadar çok dinamik bir yaşlıydı, ama geçirdiği kırık ameliyatlarından sonra onu muhtaç ve unutkan görmek beni çok etkiledi, üzdü. Şu an annem yetmiş beş yaşında ve maşallahı var. Ben hem anneannemin o güzel zamanlarındaki gibi hem annem gibi hem de kuafördeki o teyze gibi olmayı diliyor ve dua ediyorum.
TİYATRO BİR TERAPİ
İzmir’de Ali Poyrazoğlu’nun gençlik tiyatrosunda 2001 yılında sahneye çıkmışsınız. Elinizdeki palette kaç çeşit renk var böyle. Başarılı bir diş hekimi, yazar, anne, oyuncu. Daha sayamadığım neler var?  Tiyatro sahnesine çıkmak sizin hayatınıza neler kattı?
Tiyatro, çocukluğumdan beri hayalimdi ama fırsat olamamıştı.
 O da yazma serüvenim gibi, içimdeki insanların kendilerini ortaya çıkarma çığlıklarının sonucudur.
 Size verilen rolün insanını anlamaya çalışmak, geçmişini bile kurgulamak, ona bir beden duruşu vermeye çabalamak ve onun gibi konuşabilmek, insanın kendini ifade etmesinin en güzel yöntemlerinden biri; 
yani bana öyle geliyor. 
Sahneden inince, yeniden kendim olduğumda, ben “ben”i çok daha arınmış hissediyorum. 
Bu da bir terapi.
Oğlunuzun İstanbul’a üniversiteye okumaya gitmesi 
ve o zamanki duygularınız beni çok etkiledi. 
Hem güven duyup, hem de endişe duyması oğlu için bir annenin, sizi çok iyi anlıyorum. 
Benim de seneye sınava girecek bir oğlum var. 
Bu çelişkiler gel-gitler sanırım her annenin başına gelecek bir süreç. 
Tecrübelerinizin bize yol gösterici olmasını diliyorum. 
Şu anda nasıl idare ediyorsunuz durumu?
Oğlumun gidişine ve evdeki yokluğuna alıştık diyebilirim
. Ama bu özlem duymadığımız anlamına gelmiyor kesinlikle. 
Bu noktada şunu söyleyebilirim: 
Evladınız sağlıklı ve mutlu ise ve bunu size samimiyetle fark ettirebiliyorsa,
 ona hayatını kurması için tüm yolları açabiliyorsunuz. 
O kendi bizi bu sayede çok rahatlattı.
 Hâlâ her gidiş gelişinde içim hamur gibi oluyor ama hayat onun hayatı. 
Saygım, sevgi ve özlemimin önünde…
İÇİM DIŞIMA FIŞKIRIYOR
 “İÇ ’imde duramayanların 
DIŞ’ıma çıkmasına yardımcı olanlara 
teşekkür ediyorum diyorsunuz.
 Sizin içinizdekileri Dış’ınıza çıkaranlar kimler? 
En çok nelerden ve kimlerden besleniyorsunuz?
İç’imin dış’a çıkmasına yardımcı olanlar 
sadece iyi örnekler değil. 
Beni yaralayanlar da içimi dışarı fışkırtıyor. 
Bu demek değil ki, gidip çatışıyorum; yazdırıyorlar bana.
Güzellikler de, kötülükler de besliyor beni. 
Kitapta her ikisini de ifade ettiğim yazılarım var.
Sonuç olarak duygularımı ve mantığımı olumlu
ya da olumsuz olarak kaşıyan
her şey ve herkes yazmama yol açabiliyor.
Yazmaya devam mı? 
Bu kitabınız “Deneme” türünde. Roman yazmayı düşünüyor musunuz?
Yazmaya devam… 
Ancak son aylarda daha çok gazete ve dergi yazılarıyla meşgul olabildim. 
Bana ilaç gibi gelen “deneme-anlatı” türünden kopabileceğimi sanmıyorum
 ama roman ve senaryo yazma konusunda çalışmalarım var.
 Acelem yok; sırayla hepsini yapabilmeyi diliyorum sadece.
Bu güzel söyleşi için teşekkür ediyorum.
Bu incelikli ve duyarlı sorular için ben de çok teşekkür ederim.

7 Yorumlar

  1. Müge'yi daha bir yakından tanımamıza neden oldun,kankim.
    Tiyatroda da izlemeyi o kadar çok isterim ki...

    YanıtlaSil
  2. Muhteşem ,iki kez çok kısa sürede tanıdığım Müge ...Emeklerinize sağlık çok güzel yazı olmuş.Teşekkürler.

    YanıtlaSil
  3. Teşekkürler, Mavianne!

    YanıtlaSil
  4. İmza Kızın,kitabının söyleşisinde tanıştık.O kadar tatlı,mütevazi,cana yakın biri ki,bu söyleşi de çok güzel olmuş,teşekkürler,Mavianne...

    YanıtlaSil
  5. Şahane çok beğendim. İyi ki varsınız Mavi Annem; müge de sen de ...
    Sevgiler kocaman :)

    YanıtlaSil
  6. Teşekkürler Mavianne; ben ilk kez yazarı duydum ve kitaplarını çok merak ettim.İlk fırsatta edinmeye çalışacam.

    YanıtlaSil
  7. Muhteşem ,iki kez çok kısa sürede tanıdığım Müge ...Emeklerinize sağlık çok güzel yazı olmuş.Teşekkürler.
    markajo.com

    YanıtlaSil